17 Temmuz, 2014

Heil Democracy!

HEIL DEMOCRACY!
“Cahil bir toplum özgür bırakılıp seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder.
Cahil toplumla seçim yapmak okuma-yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır!
Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!”
-Friedrich Nietzsche

Seçim yapmak ancak ne istediğini bilen, insan zeka sınırlarını zorlayan ve her toplumda sadece birkaç tane bulunan insan-üstü bireylerin oluşturduğu bir “halk” tarafından yapılmadığı sürece “halkın egemenliği” ilkesi söz konusu değildir. Aksi durumlarda dinler, milliyetçilik düşünceleri ve zorbalıklarla sindirilen insan yığını “halkın” yaptığını sandığı seçimler sonu belli bir piyesten farksızdır.
Evrimin gelinen noktasında kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğu farkında olacak zekaya ve kendini bilirliğe sahip olmak insan ırkının henüz sahip olmadığı bir meziyettir. Afyon misali aşırı doz din ve politikacı yalanları ile uyuşturulan beyinlerin o seviyeye gelmesi şimdilik insanlıktan milyarlarca yıl uzaktadır.

“Halk neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmez ve daima yalan söyler. Hayvan bile olamaz çünkü hayvan olması için masum olması gerekir.”
-Friedrich Nietzsche (2)

Halk kolayca şekil verilmeye elverişli bir çamurdan ibarettir. Ancak aptallıklarını yüzlerine çarpan insanların değil, aptallıklarından yararlanmasını bilen şarlatanların peşinden gitmeye meraklıdır. Çünkü güce tapmak bunu gerektirir. Yıllar boyunca ağzından “padişahım sen çok yaşa”dan başka laf çıkmamış halkın yaptığı-yapacağı tüm seçimler kendilerine bir padişah belirlemesini sağlar. Aptal çoğunluk, her zaman aydın azınlığa üstün geleceğinden dolayı yönetim şekli istenildiği kadar değişsin, insan profili aynı kaldıkça pratikte değişen hiçbir şeyden bahsedilemez.

“Oy kullanmak bir şeyleri değiştirecek olsaydı, çoktan yasaklanırdı.”
-Keny Arkana

Politikacılar tarafından kullanılan, oysa aklını kullandığını zanneden, kızgın ve aptal bir kalabalıktan daha tehlikeli bir toplum yoktur. “Tekbir! Allah-u ekber!” sesleri duyulunca kafaların kılıçlardan geçirilmeye başlanması bunu sonuna kadar kanıtlar niteliktedir. Gerçi burada halk ancak bir tek hücreli canlının yaşamını devam ettirebilmek için geçireceği bölünmeyi seçebileceği kadar seçme hakkına sahiptir.
Öte yandan; tanrılara yaraşır düzeyde kültürlü, eğitimli bir toplumun bile yapacağı seçimin sonucu farklı olmayacaktır. Çünkü demokrasi sanılanın aksine bir “yönetim şekli” değil, “yönetim sistemi”dir. Ne diyor Stalin: “Oyları kimin kullandığı değil, kimin saydığı önemlidir.”
İşte bu kadar!

Taflan Deniz
17.07.2014

03 Temmuz, 2014

Amaç değil Araç!

Okyanusları aşmak isteyen bir denizcinin amacı eve dönmek midir, yoksa eve dönmesini sağlayacak bir gemi bulmak mı? Eğitim sistemi sorgulanacaksa, üniversite tercihleri yapılacaksa kullanılması gereken bakış açısı budur.

Üniversite sınavı sonuçları açıklanalı ve öğrenciler tekrar, tekrar ve tekrardan hayal kırıklığına uğrayalı bir-iki gün kadar oluyor. Şu an ise puanına göre bir üniversite belirlemeye çalışan binlerce öğrenci var. Malesef çok azı gelecekte hangi mesleği yapmak istediğinin farkında. İşin en kötü yanı ise üniversiteleri bir amaç olarak görmeleri. Üniversite pek çoğunun sandığı üzere bir amaç değil, araçtır. Örneğin insanlar doktor olmak için Tıp Fakültesi kazanmaya uğraşmamalıdır. Çünkü içinde engellenmez bir şekilde insanlara yardım hissi ve insan anatomisine karşı aşırı bir meraka sahipse o kişi zaten bir "doktor"dur. Sadece o işi yapabilmesi için gerekli diplomayı aldığı yerdir üniversite. Yani Tıp Fakültesi bir amaç değildir, araçtır.


"O işte ekmek yok!"

Meslek seçiminde yapılan bir diğer yanlış ise seçeceği mesleği finansal durumu ile seçmektir. Çünkü dışarıdan zengin gözüken ve yaptığı işin en başarılısı olan insanlar "para kazanmak için bu işi yapıyorum" diyenler değil, "en sevdiğim işi yapıyorum, üstüne para veriyorlar" diyenlerdir. Başarının sırrı işte budur...

Her hâlükarda günümüz emperyalist dünyasında hepimiz para kazanmadan sadece sevdiğimiz için işlerle meşgul olacak kadar idealist değiliz. Ancak hepimiz gençliğimizin son yıllarında geleceğimizi kendi ellerimizde çizme şansına sahibiz. Örneğin ders çalışmayı sevmiyor, derste anlatılanları önemsiz buluyor olabilirsiniz. Insanların köleleştirildiği bu sistemi savunduğumdan değil ancak herkesin belli bir noktaya ulaşabilmek için efor sarfetmesi gerektiği açıktır. Dolayısıyla üniversiteyi kazanmak yazdığım her şeye rağmen bir mecburiyettir. (Gerçi ülkede üniversiteli işsiz sayısı almış başını gidiyor ya neyse) Ancak yanlış anlaşılmasın üniversiteyi kazanmak bir amaç değildir, bir araçtır. Hedef üniversiteyi köprü olarak kullanıp gerçek hayallere ulaşmaktır.

Doğru Tercih

Tercihlerinizi yaparken iyi düşünmenizi öneririm. Çünkü üniversitenin ikinci yılında okuduğunuz okulu dondurup "bu bölüm bana göre değilmiş" sözleriyle eve döndüğünüz zaman kaybedeceğiniz şey iki seneden çok daha fazlası olacaktır. Belki tekrar çalışır, çok yüksek bir bölüme gidebilirsiniz. Ancak tüm geçmişinizi silseniz bile yaşadıklarınızın ruhunuzda, kişiliğinizde açtığı yaralar asla iyileşmeyecektir. Ve bu yaralar sizi mutsuz bir insana dönüştürmeye yetecektir.


Taflan Deniz
03.07.2014

25 Mayıs, 2014

Martin Luther'in Fıtratı

Bu yazı ilk hikaye denememdir, Tarih ödevi olarak Martin Luther ile ilgili bir hikaye yazmak amaçlanmıştır.

Yıl 1517, Almanya'nın tüm Avrupa Devletleri'nde olduğu gibi din adamlarınca yönetildiği zamanlarda Wittenberg Kilisesi'nin arka sokağındaki derme çatma evinden bir adam çıktı. Muhtemelen günlerdir ağzına bir lokma dahi koymamış, kirden yüzü görünmez hale gelmişti. Hergün yaptığı gibi kilisenin önünden geçerek; bir zamanlar kendi toprağı olan ancak şu sıralar kilise tarafından el konulmuş arazisine giderek çalışacaktı. Eğer cesur bir adam o gün herkesten erken uyanıp, Wittenberg Kilisesi'nin kapısına 95 maddelik bildiriyi asmasaydı, yüksek ihtimalle hayatının sonuna kadar köle gibi çalışıp gidecekti...
Neredeyse kendi ümitsizliğinden etrafına bakmayı unutan bu adam; kilisenin önünde büyük bir kalabalıkla karşılaştı. Kilisenin çam yeşili kapısında uzun bir kağıt, etrafında gözleri hayretle açılmış insanlar vardı. Umursamaz ve yavaş adımlarla kapıya doğru ilerledi. Asılı duran metinde; tanrı ile kul arasına kimsenin giremeyeceği, papa ve din adamlarının af yetkisine sahip olmadıkları, ölümden sonra kurtuluşa erişmek için imanın yeterli olacağı yazıyordu. En azından yarım yamalak okuma yazması ile bu kadarını anlayabilmişti. Bu bildiriyi asan adamın isminin "Martin Luther" olduğu ağızdan ağıza yayıldı, en son kilisenin kulağına kadar gitti...

Herkesin beklediği gibi kilisenin kararı netti: Martin Luther aforoz edilmişti. Bildirinin asıldığı gün olaylar hakkında fazla düşünmeyen, hayattaki hedefi çocuklarını ve karısını doyurmaktan ileri olmayan bu adam için; Martin Luther'in aforoz edilişi de çok bir anlam ifade etmiyordu. Aynı şekilde Martin Luther'in aforoz kağıdını halkın önünde yırtıp atması ve kilisenin Luther'in yakılarak öldürülmesi emrini vermesi onun için çokta önemli değildi. Fakirliğinin, yoksulluğunun, çocuklarından birinin veba salgını sonucu ölmesinin sebebi kilise değildi. Tanrı öyle istemişti ve olmuştu, kendi "fıtrat"ında bu vardı ve yapacak bir şey yoktu.
Ne var ki Martin Luther öldürülemedi. Saksonya dükü Frederik, Luther'i şatosunda sakladı. Luther bu zaman zarfında incili Almancaya çevirdi ve reform hareketini başlattı.

Aradan geçen kırk yılın ardından, sonunda bu fakir adamın kendine ait bir evi ve arsası vardı. Ancak bunların hepsinin Luther'in başlattığı reform hareketi sonucu gerçekleştiğinin farkında değildi. Tanrı böyle istemişti ve olmuştu. Demek ki türü yüzyıllar boyu sürecek, tek derdi yaşam sıkıntısı olan ve dinler tarafından kukla gibi oynatılan bu insan türünün "fıtrat"ında her şeye boyun eğmek vardı...


Taflan Deniz
25.05.2014

11 Mart, 2014

Aşk Olsun Sana Çocuk!


"Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun,
Acıyorsam sana anam avradım olsun..."

Can Yücel tarafından Deniz Gezmiş'e ithafen yazılmış şiirin ilk dizeleri bunlar. Aradan geçen onlarca yılın ardından, bu şiiri ilk defa tam olarak birisine yakıştırabiliyoruz. Tam 269 gün önce ekmek almaya giderken başından gaz kampsülüyle vurularak yaşam mücadelesine başlayan Berkin Elvan'dan bahsediyorum tabi ki. Bu sabah saatlerinde ölüm haberini alarak yıkıldığımız Berkin Elvan'dan...


"Ben lafa değil, icraata bakarım..."


"Polislerimiz Gezi'de tarih yazdı" diyen bir Başbakan'ın ülkesinde, bu haberi alınca üzülme duygusundan çok kızgınlık hissediyorsunuz. Düşünün! Bir çocuk ölüyor ve üzüntünüzü bastıran daha kuvvetli bir duygu var. Çünkü; Mısır'da Müslüman kardeşlerim ölüyor diye ağlayan bir iktidar, ülkesinde çoğunun psikolojik problemi olduğu kanıtlanmış polisler tarafından vurulan Berkin Elvan için iki kelime etmiyor. Özür diliyorum senden çocuk! Bu kadar şeref yoksunu ile adını aynı cümlelerde kullandığım için özür diliyorum.

Öfkemi sayfalarca yazsam anlatmam. Üzülmemin sebebi ise; "bir insan canı bu kadar mı değersizdir?" sorusu... "Ben lafa değil icraata bakarım" reklamlarının beni çileden çıkarmasının sebebi de bu. Cebinde üç kuruş para yokken, ülkede gençler öldürülürken senin bencillikle AKP'ye oy verme hakkın yoktur! 45 kilodan 16 kiloya düşmüş çocuk yaşam mücadelesi verirken, sen nasıl bir insansın ki bu reklamlara çıkabiliyorsun. Eğer çok sevdiğiniz ve koruduğunuz, hatta uğruna insanların öldürülmesine göz yumduğunuz tanrınız gerçekten varsa, cehennemin dibinde kendinize güzel bir çukuru çoktan garantilediğinizi müjdelemek isterim.

Sözün Bittiği Yer

Gezi'de bir aya yakın direndik, ardından birçok defa daha elimizden geldiğince direndik. Ancak her şey boşa. Babalar net bir şekilde diyorum; her şey boşa. Eğer bir ülkede 15 yaşında çocuklar, üniversite öğrencileri öldürülüyorsa burası sözün bittiği yerdir. Ne yaparsanız yapın hiçbir şey değişmez. Olan fillerin tepişmesinde altta kalan çimenlere olur. Özür diliyorum senden çocuk! Seni bir çimene benzetmek zorunda kaldığım için özür diliyorum. Sen bir çimenden çok daha fazlasısın, sen bir çınarsın! Asla solmayacaksın...

Utanıyorum. Polislere öldürme emrini verenler utanmıyor ama ben utanıyorum. "Polislerimiz tarih yazdı" diyen Başbakan utanmıyor ama ben utanıyorum. Utanıyorum çocuk! Senide kendim gibi korkak biri sandığım için utanıyorum. Ölümünün sorumluları "Allah" kelimesini ağızlarına aldıkları gibi seçmenleri her şeyi unutacağı için utanıyorum çocuk...
Sen utanma, sen özür dileme çocuk! Bu ülkede kimsenin yapamayacağı kadar büyük bir cesareti gösterdin sen. Sadece ekmek almaya gittin ancak bu ülkedeki direnişin simgesi haline geldin. Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!

"Ürkek bir serçe gibi eğme başını. Kaldır başını ve dimdik dur. Bu senin değil ülkemin ayıbı. Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk!"
-Nazım Hikmet

Taflan Deniz
11.03.2014

#Berkin ElvanÖlümsüzdür

17 Kasım, 2013

#RoadToFinalFour

Fenerbahçe Ülker F-4 Yolunda!
Obradovic yönetimindeki Fenerbahçe Ülker, Euroleague'de oynadığı beş maçtan beş galibiyet çıkararak Final-Four'un en büyük favorilerinden biri olarak gösteriliyor. Kazandıkları maçlar içerisinde Avrupa'nın en zor deplasmanlarından Partizan, Final-Four'un abonelerinden CSKA Moskova ve şampiyonluğun en büyük favorilerinden Barcelona var. Geçen sezon Top-16'ya bile zor kalan Fenerbahçe Ülker'in Avrupa Devlerini hizaya getirmesi tesadüf eseri midir? Hiç sanmıyorum.

Çok değil, iki-üç sene geriye gidelim. Jasikevicius-Lavrinovic ikilisinin gönderilip, yerine Gist-Jerrels ikilisinin getirildiği sezona yani. Basketbol tarihinin en büyük aptallıklarından birisi yapılırken, yöneticiler ; "atletizmi, tecrübeye tercih ediyoruz" tarzı açıklamalar yapmışlardı. Futboldaki zenci sevdasının basketbol üzerine etkilerinin ilk seneleri...
Hüsranla geçen bir sezonun ardından büyük paralar harcanarak, tam bir yıldızlar kadrosu oluşturulmuştu. Guard bölgesine Bo Mccalebb, forvete Sato, pota altına Mike Batiste transferleri. Başlarında ise Avrupa'nın sayılı koçlarından Simone Pianigiani. Bu sezondan bizim için akılda kalan iki şey Bogdanovic'in insan üstü performansları ve üzerimize bam-güm basılan smaçlar oldu sanırım. "Final-Four garanti" gözüyle bakılan takımımız Top-16'da ve ligde çabucak havlu atmış, başarının parayla gelmeyeceğini en acı yoldan öğrenmişti. 24 M civarı para harcanarak kurulan takımımız Top-16'dan ezilerek elenirken, 17 M civarı bütçeli Olimpiakos şampiyonluk kupasını kaldırıyordu...

ObraKadabra Faktörü

Beklenilen üzere sezon sonu Sato, Batiste ve Andersen ile yollar ayrıldı. ("Batiste" yazarken elim ayağım titriyor halen, neyse konuya dönelim.) Ve Türk Basketbolu'nda yapılmış en akıllı hamlelerden birisi yapılarak takımın başına "Zeljko Obradovic" getirildi. Gittiği her takımda ilk senesinde Euroleague şampiyonluğu yaşamış, toplam 8 Euroleague şampiyonluğu sahibi, Avrupa'nın belki de en iyi koçu.
Takıma yeni sezon için Kleiza-Bjelica-Zoric takviyeleri yapıldı. Görünüşe göre kağıt üzerinde sağlam bir takım oluşturulmuştu, ancak taraftarın kafasında geçen sezon yaşanan büyük hayal kırıklığının getirdiği soru işaretleri vardı. İşte bu noktada Obradovic faktörü devreye girdi. Şampiyonluğun en büyük favorilerinden Barcelona'ya sahayı dar eden Fenerbahçe Ülker, sahada büyük paralara alınmış oyuncular oynamıyordu. 19 yaşındaki Kenan Sipahi ile maça başlamıştı Obradovic. Koskoca Navarro'yu savunması için sahaya 19 yaşında bir genç çıkarmak, kolay olmasa gerek. Geçen sezon ruh gibi oynayan Bo Mccalebb takımın en çok ribaund alan ikinci oyuncusu konumunda iken geçen seneden değişen en büyük şey takıma gelen kazanma hırsıydı. Taraftarlar boşuna asmadı "Obradovic'in Askerleriyiz" pankartını...

Bu Defa Değil

Büyük paralar harcayabilir, en iyi oyuncuları takımınıza alabilirsiniz. Ancak takımda ruh yoksa, harcadığınız paranında hiçbir önemi yoktur. Euroleague'in en yüksek bütçeli takımı CSKA'nın bir türlü şampiyonluğa ulaşamayışı buna iyi bir örnektir. 
Şanssızlıklar, başarısızlıklar, üzüntüler içinde geçen sezonların ardından Fenerbahçe Ülker'in tahamül sınırı kalmadı. Artık çok daha güçlü, çok daha teknik ve hepsinden önce çok daha kızgınlar. Bu sene şanssızlıklara, başarısızlıklara yer yok. Bu defa değil!

Taflan Deniz
17.11.2013
#SoldiersOfObradovic

21 Ağustos, 2013

Kes, Yık, KALDIRMA!


Düşüncelerle başa çıkamayanlar, düşünenleri ile başa çıkmaya çalışırlar. Leyla ile Mecnun, İşler Güçler, Behzat Ç. gibi dizilerin apar topar yayından kaldırılması bundan dolayıdır. Ensest ilişki içermeyen, tecavüz sahnesi bulunmayan dizilerin günümüz sektöründe tutunmaları mümkün değildir. Üstüne birde hükümete göndermeler eklenirse, hükümet tüm gücünü kullanmaya başlar. Zekası ve kapasitesi bu dizilere karşı gönderme yapmaya, karşı fikirler üretmeye yetmeyeceğinden dolayı yapacağı şey diziyi yayından kaldırmaktır.

Bugün L&M'un yayından kaldırıldığını öğrendiğimden beri konu ile ilgili bir sürü yazı, deneme, tweet okudum. İnsanların düşüncelerini merak ettim. Herkeste bir üzüntü, çaresizlik hali var. Çoğu yazıda "Üzgünüz, ağlıyoruz, yıkıldık" gibisinden başlıklar.. Hiç kimse kusura bakmasın ancak ben bu olaya böyle yaklaşmam. Ben direk "hassiktir ordan!" derim.
Bu dizideki her oyuncu Gezi Parkı olaylarına destek verdi. En büyük ortak paydaları belki de buydu. Sen misin geziye destek veren? Hemen yayından kaldırıldılar. Ardı arkası kesilmeden seri üretim gibi her sene yeniden çıkan pembe dizilerin aksine düşündüren dizilerdi bunlar. Yayından kaldırılma sürelerine kadar kaç insanı uykularından uyandırdılar, kaç insanı koyunluktan çıkardılar? Sayısı önemli değil, teşekkürler sizlere!

Leyla ile Mecnun

IMDb'nin "En İyi Televizyon Dizileri" sıralamasında bulunan tek türk dizisidir Leyla ile Mecnun. Hemde azımsanmayacak bir sırada, 27. sırada bulunmaktadır. Yaptıkları ince espriler, aralarındaki hiçbir çatışmayı kavga yoluyla çözmeyişleri bizi bağladı bu diziye. Kullandıkları göndermeler o kadar temiz ve sade olmuştur ki her zaman, anlayabilen kişi sayısı ne kadardır hep merak ederdim.
Yayından kaldırılmasına çok mu şaşırdım? Hayır. "Ecdadımız, Osmanlımız!" diye dolaşan zihniyetin tarihle ilgili bir tane dizisi yayından kaldırılsa ortalığı yıkarlar. Aramızdaki fark burada ortaya çıkar işte...
L&M'un yayından kaldırılması hiçbir şeyi değiştirmez. Orada emek vermiş her oyuncu büyüktür, alkışlanasıdır. Bundan on yıl sonra böyle giderse düzgün dizi kalmayacak. "O zaman üzülmez misin adam?" diye soracağım da zaten istediklerinin bu olduklarından şüphelenmiyor değilim. Sözde reyting getirmediği için yayından kaldırılan L&M şu an Twitter'da 5 ayrı başlıkla dünya gündeminde. Hoş!
Haksızlıklara karşı duran bir yapıma haksızlık yapılırsa ne olur? İşte bunu göreceğiz önümüzdeki günlerde, büyük şeyler olur!

Mecnun : Hapise girmemiz lazım, ne yapsak?
İsmail Abi : Kitap yazalım...

Taflan Deniz
21.08.2013

14 Ağustos, 2013

Yirminci Yüzyılın Güneşi / Marilyn Monroe

Kral Elvis ile fotoğrafı, en sevdiklerimden.
Her yıl milyonlarca erkeği ekrana adeta yapıştıran Victoria's Secret kadınları bir yana dursun, 20. yüzyılın en ünlü sinema yıldızı Marilyn Monroe bir yana. Ölümünün üzerinden 50 yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen tüm ünlü kadınlar Marilyn'e benzeme furyasına kapılmışsa bunun sebebi sadece güzel görünmek olabilir mi? Hiç sanmıyorum.
Dış görünüş çok şeydir de, bu kadar mükemmel olmasının sebebi zekasıdır. Söylediği sözler, verdiği demeçler bunun en büyük göstergesidir. Altı parmaklı olduğu, "şeytan" derecesinde kötü bir insan olduğu şeklinde atılmaya çalışılan aciz iftiralar ise mükemmelliyetinden bir şey kaybettirmemekte, aksine eklemektedir. İnsanların kalbinin yüzüne vurduğu tezine inanmışımdır her zaman. Olay güzel olma olayı değil, olay sana bakan herkesi etkileme olayıdır. Günümüzün slikonlu starları ile Marilyn arasındaki büyük farkta budur.

Kitap okurken çekilmiş onlarca fotoğrafından sadece birisi.
"Güzel, hoş ancak bu yazıyı niye yazıyorsun?" sorusunun cevabı ise basit. Seviyorum.
Zaten mükemmeliyetçi bir insan olarak günümüz pop ikonlarına sevgi dolu yazılar yazmaktansa, benim doğumumdan 36 yıl önce hayata gözlerini kapamış bir kadının hayat analizini yapıyorum. "Muhteşem" kelimesi ise bir kadın olarak ancak ona yakışabilir zaten.

Bu kadar güzel bir kadının seçtiği eşlere bakmanızı istiyorum sizden. Hangisi zamanın genç kızlarının hasta olduğu erkeklerdendir? Hangisi ailesinden gelen bir servete sahiptir? Hiçbiri.
Bir çiftçi, bir sporcu, bir yönetmen. Dünyanın çoğu kişiye göre gelmiş geçmiş en güzel kadını, muhtemelen elde edemeyeceği erkek yokken bu insanları seçiyor. Neden? Çünkü dış görünüşün ve paranın değersizliğini çok iyi biliyor. "Aile" kavramını yaşamamış olmasının getirdiği burukluğu bu şekilde gidermeye çalışmıştır. Zira Marilyn'in bir ailesi yoktur, bunun acılarını tüm hayatı boyunca sıcak gülümsemesinin arkasında saklamıştır.

"Bütün küçük kızlara güzel olduğu söylenmeli, gerçekte güzel olmasalar bile" sözünü bilmeyeniniz yoktur. Bu sözün altında yatan anlamı ise çok az kişi bilmektedir. Marilyn çocukken kimse ona güzel olduğunu söylememiş, ona sevgiyi hissettirmemiştir. Bu sebepten olsa gerek 16 yaşında ilk evliliğini yaşamıştır. Sevdiğinden değil, ilk defa kendisini koruyan birisi ile tanıştığı için. Sonunda kaçınılmaz olarak boşanmıştır.
Bu kadar popüler bir kadın olmasının sebebi belki de erken yaşta ölmesidir. Aynı Che Guevara'nın devrimin sembolü haline gelmesi gibi. Sonsuza kadar temiz, sonsuza kadar güzel kaldıkları içindir belki de..

Ölümüne gelirsek, sebebi halen şüphelerini korumaktadır. Ölüm sebebi üzerine pek çok spekülasyon yapılmış, komplo teorileri oluşturulmuştur. Resmi ölüm sebebi aşırı uyku dozundan kaynaklanan muhtemel intihar olarak geçmektedir. Varsın yüksek doz uyuşturucudan ölsün, varsın altı ayak parmağı olsun. Bu onun muhteşem olduğunu değiştirmez ki!

Taflan Deniz
14.08.2013

26 Temmuz, 2013

Terbiyemize Uygundur Hocam!

#direnhamile
"Hamileliği davul çalarak ilan etmek bizim terbiyemize aykırıdır. Bunun adı realizm değildir. Bunun adı terbiyesizliktir."
-
"Hamile kadından bile tahrik olacak kadar düştüm" demek yerine böyle cümlelerin kurulmasına artık tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının alışmış olması gerekmektedir.

 Elimden geldiğince yazılarıma din işlerini sokmamaya çalışırım. Fakat ülkemiz tamamen din ile insanları gütmek üzerine bir politika kullandığı için değinmeden edemeyeceğim. Her cümlesinin sonunu "Maşallah, İnşallah, Bismillah" ile bitiren bu insanlar, cinsel açlıkta hat seviyede bulunmaktadırlar. Nefsine hakim olamayan insanların kadınları zorla kapatmasından bu durumun hiçbir farkı yoktur. Kendi isteği ile kapanan kadınlara sözüm yok tabi ki, o bambaşka bir konu.

Hamilelik gibi, belki de dünyada ki en mucizevi şeyi bu şekilde kısıtlamaya kalkmak kimin haddinedir? Çünkü "seni leylekler mi getirdi" diye sorarlar adama. Hamilelik sırasında karnın şişmesi kadar normal bir durum olamaz. Eğer hayatı boyunca bir kerecik kafasını dini kitaplardan kaldırıp biyoloji okumuş olsaydı, bu kadar mucizevi bir olayı "terbiyesizlik" olarak nitelemezdi. Eğer hamileliği davul çalarak ilan etmek terbiyesine aykırı ise, terbiyesine uygun olan şeyler nelerdir çok merak ediyorum. Dokuz yaşındaki kız ile evlenmek, ondört yaşındaki genç kıza sırayla tecavüz etmek? Evet, işte bunlar bizim terbiyemize uygundur hocam!

Yazarları, sanatçıları "hamile kadın sokağa çıkmalı mı?" konusunda tartışan bir ülke düşünebiliyor musunuz? Ne yapalım, hamile kadınları evlere mi hapsedelim?
"Bunun adı terbiyesizliktir" diyor ya, işte asıl terbiyesizlik budur. Kimse başkasının özgürlüğüne karışamaz. Özellikle bu kişi hiçbir baltaya sap olamamış, din ticareti yapan birisi ise.

Artık kadın vücudunu rahat bırakın, yeteri kadar kullandınız. Kızlarını, eşlerini öldüren kocaların haberlerini hergün televizyonlarda görüyoruz. Olaylardaki katiller babalar, kocalar değil aslında. Asıl katiller bu gazı veren, kadını cinsel obje olarak gören din tüccarlarıdır.
Kızı açık mı giyinmiş? Bum! Karısının göbeği mi gözükmüş? Pat! Evet, işte bunlar bizim terbiyemize uygundur hocam!
Kadınlara karşı böyle cümleler kullanmaya cürret etmek kolay değildir. Cennette satılacak arsa mı kalmadı dünyaya bulaşmaya başladınız?


"Tanrı her yere yetişemiyordu ve bu yüzden anneleri yarattı." 
— Rudyard Kipling

Taflan Deniz
26.07.2013

24 Temmuz, 2013

Sekiz Sezonda Devr-i Alem

Ekip sağlam.
Sanırım bende çocukken sorulan "büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna aklına cazip gelen mesleği söyleyenlerdendim. Hep doktor derdim. Fakat doktorluğun benim için gerçek anlamıyla şaşmaz bir hedef haline gelmesini tamamıyla House MD dizisine borçluyum. Teşekkürler Hugh Laurie!
Tüm insanların ilham aldığı kişiler, kitaplar, filmler vardır. Vivaldi'den Dört Mevsim'i dinleyen birisi hayatını müzik hedefiyle yönlendirebilir. Ya da okuduğu bir kitap sebebiyle yazar olmaya karar verebilir. House MD'yi izleyen birisi ise azıcık ilgisi bile varsa doktor olmaya karar verir.
Diziyi bitireli altı-yedi ay kadar oluyor. Bu yedi aylık süreçte sürekli geri dönüp eski bölümleri izlerim. "Seni neden bu kadar etkiledi?" sorusunun cevabını yazarken bulacağımı umuyorum, haydi başlayalım.

Hugh Laurie Faktörü


Ana karakterimiz House'u, Hugh Laurie'den başkası oynasaydı bende bu kadar etki yaratır mıydı bilmiyorum. House karakteri gerçekten çok sağlam bir karakterdi, aynı Dexter karakteri gibi. Bu karakterler o kadar ince işlenmişti ki dizinin tüm oyuncu kadrosu değişse ve sadece ana karakterlerin oyuncuları kalsa dizi yine de ayakta kalabilirdi.
Hugh Laurie bu rol ile o kadar bütünleşmişti ki kendisininde belirttiği üzere ; "House'a o kadar alıştım ki başka rolleri oynarken topallıyorum."

Çeşitli insanlar bir şeyleri başarmak için doğmuşlardır. Örneğin Neil Armstrong Ay'a çıkmak için doğmuştur, bu işi ondan önce kimse yapamamıştır. Hugh Laurie ise House karakterini canlandırmak için doğmuştur. House karakteri ise doktor olmak için.
"İdol" diye bir kelime vardır bilirsiniz. "Örnek alınan, en çok hayranlık duyulan kimse" diye de sözlük tanımı yapılmıştır. Benim idollerim ise House ve Che sanırım. İkisinin de doktor olduğu düşünülürse bana doktor olmaktan başka şans kalmadı anlayacağınız üzere. Bazen düşünüyorum doktorluk dışında ne iş yapabilirim ileride diye. Çocukluktan beri kendimi o denli eğitmişim ki tıp alanında, aklıma sonuç gelmiyor doktorluktan başka.


Karakteristik Özellikler

House MD çok sağlam bir oyuncu ekibine sahipti. Lisa Edelstein (Cuddy), Omar Epps (Foreman), Robert Sean Leonard (Wilson) ve daha birçok oyuncusu ile kaliteli bir oyuncu kadrosuna sahipti. Bu oyuncular rollerinin karakteristik özelliklerini harika bir şekilde yansıttılar. Hugh Laurie'ye daha çok değinmeme gerek yoktur diye düşünüyorum. Ukala, kibirli, hastalıklı, mutsuz ve zeki bir doktoru ancak bu kadar güzel yansıtabilirdi. En başta yazdığım üzere teşekkürler Hugh Laurie!
Karakterlerin özelliklerinin iyi yansıtılması son sezon için büyük bir sorun ortaya çıkardı. 8. Sezonda diziden ayrılan Lisa'nın karakteri Cuddy dizide büyük bir yer kaplıyordu. Bunu ayrıldığı zaman anladık. Onun yerine diziye eklenen (daha doğrusu eklenmeye çalışılan) Park karakteri tam anlamıyla mantıksızlık abidesiydi. Bunun farkında varan senaristler Park'ın özel yaşamına girmeye çalıştılar ancak olmadı. Park karakteri House MD dizisinin az sayıdaki eksi noktası olarak kayıtlara geçti. En üstteki fotoğraftaki oyuncuları çıkartın geriye bir şey kalmıyor zaten.

Kestik!

Diziyi izleyen herkesin farkına vardığı bir şey vardır. House sinirli, hastalıklı ve bencil birisi gibi görünse de hastaları söz konusu olduğu zaman onun için kuralların hiçbir önemi kalmaz. Kendi düşüncesine göre, hayatlar söz konusu ise kurtarıcı kuralın kendisidir. Kimseye güvenmeyen bir karakteri olan House'un hemen her bölüm bu şekilde yaşamasını haklı çıkaran sebepleri vardır. "Herkes yalan söyler" hayatının kilit cümlesidir. Bu yüzden hastaları ile mecbur kalmadığı sürece yüz yüze konuşmaz. 
Sanırım House benim için bir idolden de fazlası. Belki de olmak istediğim, hayranlık duyduğum kişiden ziyade gelecekteki beni görmüşümdür House'un içinde. Sabah kalp krizi, öğlen beyin sarsıntısı geçirdiği halde hastayı kurtarmaya çalışan birisidir House. "İşte ben buyum!" dememi sağlayan karakterdir. Yaşıtlarım samanlıkta iğne ararcasına kendilerine bir kişilik arayadursunlar ben kendi kişiliğimi buldum bile.
"Kestik!" diye bir ses yankılanıyor son defa House MD setinde, tarih 22 Mayıs 2012, Salı. Herkes yaptıkları büyük işi alkışlıyor. Sonra oyuncular yuvarlak bir masa etrafında toplanıp oynadıkları bölüm sayılarını söylüyorlar. Sıra Hugh Laurie'ye geliyor, bittiği için her zaman olduğundan da huysuz bir ifadeyle ; "Dr. Gregory House, 177 Bölüm."

Taflan Deniz
24.07.2013

10 Temmuz, 2013

Kitap Değerlendirmesi : Hayvan Çiftliği


“Bütün kitaplar eşittir, ama bazı kitaplar öbürlerinden daha eşittir.”

-Celal Üster

“Hayvan Çiftliği” kitabını elime aldım, iki saat sonra bitmişti. Bol bol not almaya çalıştım, o kadar doğru noktalara değinilmiş ki hangisinden anlatmaya başlayayım emin değilim. Bir saatlik ön araştırma, iki saatlik okuma, bir saatlik yazı tasarlama sonucu saat 22:10’da yazmaya başlıyorum. Sivrisinekler izin verirse tabii..

Kitaptaki rol dağılımını günümüze uyarlayalım, geleceği ne güzel görmüşsün sen George Orwell! Yüz yıl önceden bunları görme sebebi kahin olması değildir. İnsanların/politikacıların yani tiyatro sahnesindeki oyuncuların değişebileceği ancak sistemin yani rollerin her zaman sabit kalacağı gerçeği gözleri önüne serilmiştir.

Seçmenler = Koyun.
Polismın = Köpek.
Günümüz Parti Başkanları = Napoleon. (Stalin Göndermesi)
Aydın Düşünceliler = Snowball.
Sistem Adamı (Asgari Ücretle Çalışan İşçi) = Boxer.
Hükümet Yandaşı (Melih Gökçek Türevleri) = Squealer.
Milletvekilleri = Domuzlar.
Gezmiş ve Arkadaşları = Dört İdam Edilen Domuz.
Sanatçılar = Benjamin.

Yakın tarihte yaşanan Gezi Parkı Direnişi, tavukların hükümete karşı olan direnişine benzetilebilir. Ambargo koyulduğu için açlıktan ölen/öldürülen tavukların ölüm sebebinin “hastalık” olarak lanse edilmesi “baş örtülü bacılarıma saldırdılar, cami’ye ayakkabıyla girdiler” sözleri ardından yapılan sert müdahalelere benzerdir.

Bu kış örneklerine çokça rastladığımız ilgili/ilgisiz her türlü olayın faili olarak Terör Örgütü’nün gösterilmesi ile kitapta yaşanan her türlü olayda aradan yıllar geçmesine rağmen suçun Snowball’a atılması arasında fark yoktur.

Bildiğiniz gibi ekonomik, manevi açıdan ülkece yerlerde durumdayız. Ancak hükümetten sürekli %200 geliştik, çok daha iyi para geliyor, hatta IMF bize borçlandı yalanları geliyor. Aynı yılan dilli, kurnaz Squealer’in yaptığı gibi. Günümüzde buna birçok örnek verilebilir, selam olsun Faiz Lobisi Savaşçılarına!
Yukarıda yaptığımız rol dağılımında en iyi uyan rolü polis oynamaktadır. Günümüz polisleri kelime anlamı ile “köpek” olduklarından dolayı, her zaman güçlü olanın koruyucusu durumundadır. Çiftlikten ayrılalı üç yıl olmasına rağmen Snowball’un arkasından belgeler bulmaları ise suratımda gülümse uyandırmadı değil. Nedense çok tanıdık geldi.

Çalışmaktan bir an olsun vazgeçmeyen işçimiz Boxer ise en hüzünlü sona sahipti muhtemelen. Yel Değirmeni’ne en büyük yardımı yapan Boxer sonunda hastaneye diye kasaba gönderiliyordu. Yakın arkadaşı Benjamin ise bu olayları anlayan tek kişiydi muhtemelen. Sistem adamı değildi ancak sisteme karşı saldıran biriside değildi. Tam bir sanatçı gibi yaşadı.

Yazının final kısmına, kitabın final sahnesinden bir alıntı yapalım ;
“İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. Artık domuzların yüzüne ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor, ama birbirlerinden ayırt edemiyorlardı.”

Çok ilerledik (!). İş çalmaya, kurnazlığa, onursuzluğa geldiğinde gerçekten çok ilerledik. Peki ya sonradan unutulan “Yedi Kural” gibi, bizde mi kurallarımızı unuttuk? Domuzlara mı dönmeye başladık, yoksa domuzlardan mı dönüşmeye başladık? Ne fark eder. Yanlış yolda olduğumuz sürece hızımızın bir önemi kalmadı.

Taflan Deniz
10.07.2013