17 Kasım, 2013

#RoadToFinalFour

Fenerbahçe Ülker F-4 Yolunda!
Obradovic yönetimindeki Fenerbahçe Ülker, Euroleague'de oynadığı beş maçtan beş galibiyet çıkararak Final-Four'un en büyük favorilerinden biri olarak gösteriliyor. Kazandıkları maçlar içerisinde Avrupa'nın en zor deplasmanlarından Partizan, Final-Four'un abonelerinden CSKA Moskova ve şampiyonluğun en büyük favorilerinden Barcelona var. Geçen sezon Top-16'ya bile zor kalan Fenerbahçe Ülker'in Avrupa Devlerini hizaya getirmesi tesadüf eseri midir? Hiç sanmıyorum.

Çok değil, iki-üç sene geriye gidelim. Jasikevicius-Lavrinovic ikilisinin gönderilip, yerine Gist-Jerrels ikilisinin getirildiği sezona yani. Basketbol tarihinin en büyük aptallıklarından birisi yapılırken, yöneticiler ; "atletizmi, tecrübeye tercih ediyoruz" tarzı açıklamalar yapmışlardı. Futboldaki zenci sevdasının basketbol üzerine etkilerinin ilk seneleri...
Hüsranla geçen bir sezonun ardından büyük paralar harcanarak, tam bir yıldızlar kadrosu oluşturulmuştu. Guard bölgesine Bo Mccalebb, forvete Sato, pota altına Mike Batiste transferleri. Başlarında ise Avrupa'nın sayılı koçlarından Simone Pianigiani. Bu sezondan bizim için akılda kalan iki şey Bogdanovic'in insan üstü performansları ve üzerimize bam-güm basılan smaçlar oldu sanırım. "Final-Four garanti" gözüyle bakılan takımımız Top-16'da ve ligde çabucak havlu atmış, başarının parayla gelmeyeceğini en acı yoldan öğrenmişti. 24 M civarı para harcanarak kurulan takımımız Top-16'dan ezilerek elenirken, 17 M civarı bütçeli Olimpiakos şampiyonluk kupasını kaldırıyordu...

ObraKadabra Faktörü

Beklenilen üzere sezon sonu Sato, Batiste ve Andersen ile yollar ayrıldı. ("Batiste" yazarken elim ayağım titriyor halen, neyse konuya dönelim.) Ve Türk Basketbolu'nda yapılmış en akıllı hamlelerden birisi yapılarak takımın başına "Zeljko Obradovic" getirildi. Gittiği her takımda ilk senesinde Euroleague şampiyonluğu yaşamış, toplam 8 Euroleague şampiyonluğu sahibi, Avrupa'nın belki de en iyi koçu.
Takıma yeni sezon için Kleiza-Bjelica-Zoric takviyeleri yapıldı. Görünüşe göre kağıt üzerinde sağlam bir takım oluşturulmuştu, ancak taraftarın kafasında geçen sezon yaşanan büyük hayal kırıklığının getirdiği soru işaretleri vardı. İşte bu noktada Obradovic faktörü devreye girdi. Şampiyonluğun en büyük favorilerinden Barcelona'ya sahayı dar eden Fenerbahçe Ülker, sahada büyük paralara alınmış oyuncular oynamıyordu. 19 yaşındaki Kenan Sipahi ile maça başlamıştı Obradovic. Koskoca Navarro'yu savunması için sahaya 19 yaşında bir genç çıkarmak, kolay olmasa gerek. Geçen sezon ruh gibi oynayan Bo Mccalebb takımın en çok ribaund alan ikinci oyuncusu konumunda iken geçen seneden değişen en büyük şey takıma gelen kazanma hırsıydı. Taraftarlar boşuna asmadı "Obradovic'in Askerleriyiz" pankartını...

Bu Defa Değil

Büyük paralar harcayabilir, en iyi oyuncuları takımınıza alabilirsiniz. Ancak takımda ruh yoksa, harcadığınız paranında hiçbir önemi yoktur. Euroleague'in en yüksek bütçeli takımı CSKA'nın bir türlü şampiyonluğa ulaşamayışı buna iyi bir örnektir. 
Şanssızlıklar, başarısızlıklar, üzüntüler içinde geçen sezonların ardından Fenerbahçe Ülker'in tahamül sınırı kalmadı. Artık çok daha güçlü, çok daha teknik ve hepsinden önce çok daha kızgınlar. Bu sene şanssızlıklara, başarısızlıklara yer yok. Bu defa değil!

Taflan Deniz
17.11.2013
#SoldiersOfObradovic

21 Ağustos, 2013

Kes, Yık, KALDIRMA!


Düşüncelerle başa çıkamayanlar, düşünenleri ile başa çıkmaya çalışırlar. Leyla ile Mecnun, İşler Güçler, Behzat Ç. gibi dizilerin apar topar yayından kaldırılması bundan dolayıdır. Ensest ilişki içermeyen, tecavüz sahnesi bulunmayan dizilerin günümüz sektöründe tutunmaları mümkün değildir. Üstüne birde hükümete göndermeler eklenirse, hükümet tüm gücünü kullanmaya başlar. Zekası ve kapasitesi bu dizilere karşı gönderme yapmaya, karşı fikirler üretmeye yetmeyeceğinden dolayı yapacağı şey diziyi yayından kaldırmaktır.

Bugün L&M'un yayından kaldırıldığını öğrendiğimden beri konu ile ilgili bir sürü yazı, deneme, tweet okudum. İnsanların düşüncelerini merak ettim. Herkeste bir üzüntü, çaresizlik hali var. Çoğu yazıda "Üzgünüz, ağlıyoruz, yıkıldık" gibisinden başlıklar.. Hiç kimse kusura bakmasın ancak ben bu olaya böyle yaklaşmam. Ben direk "hassiktir ordan!" derim.
Bu dizideki her oyuncu Gezi Parkı olaylarına destek verdi. En büyük ortak paydaları belki de buydu. Sen misin geziye destek veren? Hemen yayından kaldırıldılar. Ardı arkası kesilmeden seri üretim gibi her sene yeniden çıkan pembe dizilerin aksine düşündüren dizilerdi bunlar. Yayından kaldırılma sürelerine kadar kaç insanı uykularından uyandırdılar, kaç insanı koyunluktan çıkardılar? Sayısı önemli değil, teşekkürler sizlere!

Leyla ile Mecnun

IMDb'nin "En İyi Televizyon Dizileri" sıralamasında bulunan tek türk dizisidir Leyla ile Mecnun. Hemde azımsanmayacak bir sırada, 27. sırada bulunmaktadır. Yaptıkları ince espriler, aralarındaki hiçbir çatışmayı kavga yoluyla çözmeyişleri bizi bağladı bu diziye. Kullandıkları göndermeler o kadar temiz ve sade olmuştur ki her zaman, anlayabilen kişi sayısı ne kadardır hep merak ederdim.
Yayından kaldırılmasına çok mu şaşırdım? Hayır. "Ecdadımız, Osmanlımız!" diye dolaşan zihniyetin tarihle ilgili bir tane dizisi yayından kaldırılsa ortalığı yıkarlar. Aramızdaki fark burada ortaya çıkar işte...
L&M'un yayından kaldırılması hiçbir şeyi değiştirmez. Orada emek vermiş her oyuncu büyüktür, alkışlanasıdır. Bundan on yıl sonra böyle giderse düzgün dizi kalmayacak. "O zaman üzülmez misin adam?" diye soracağım da zaten istediklerinin bu olduklarından şüphelenmiyor değilim. Sözde reyting getirmediği için yayından kaldırılan L&M şu an Twitter'da 5 ayrı başlıkla dünya gündeminde. Hoş!
Haksızlıklara karşı duran bir yapıma haksızlık yapılırsa ne olur? İşte bunu göreceğiz önümüzdeki günlerde, büyük şeyler olur!

Mecnun : Hapise girmemiz lazım, ne yapsak?
İsmail Abi : Kitap yazalım...

Taflan Deniz
21.08.2013

14 Ağustos, 2013

Yirminci Yüzyılın Güneşi / Marilyn Monroe

Kral Elvis ile fotoğrafı, en sevdiklerimden.
Her yıl milyonlarca erkeği ekrana adeta yapıştıran Victoria's Secret kadınları bir yana dursun, 20. yüzyılın en ünlü sinema yıldızı Marilyn Monroe bir yana. Ölümünün üzerinden 50 yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen tüm ünlü kadınlar Marilyn'e benzeme furyasına kapılmışsa bunun sebebi sadece güzel görünmek olabilir mi? Hiç sanmıyorum.
Dış görünüş çok şeydir de, bu kadar mükemmel olmasının sebebi zekasıdır. Söylediği sözler, verdiği demeçler bunun en büyük göstergesidir. Altı parmaklı olduğu, "şeytan" derecesinde kötü bir insan olduğu şeklinde atılmaya çalışılan aciz iftiralar ise mükemmelliyetinden bir şey kaybettirmemekte, aksine eklemektedir. İnsanların kalbinin yüzüne vurduğu tezine inanmışımdır her zaman. Olay güzel olma olayı değil, olay sana bakan herkesi etkileme olayıdır. Günümüzün slikonlu starları ile Marilyn arasındaki büyük farkta budur.

Kitap okurken çekilmiş onlarca fotoğrafından sadece birisi.
"Güzel, hoş ancak bu yazıyı niye yazıyorsun?" sorusunun cevabı ise basit. Seviyorum.
Zaten mükemmeliyetçi bir insan olarak günümüz pop ikonlarına sevgi dolu yazılar yazmaktansa, benim doğumumdan 36 yıl önce hayata gözlerini kapamış bir kadının hayat analizini yapıyorum. "Muhteşem" kelimesi ise bir kadın olarak ancak ona yakışabilir zaten.

Bu kadar güzel bir kadının seçtiği eşlere bakmanızı istiyorum sizden. Hangisi zamanın genç kızlarının hasta olduğu erkeklerdendir? Hangisi ailesinden gelen bir servete sahiptir? Hiçbiri.
Bir çiftçi, bir sporcu, bir yönetmen. Dünyanın çoğu kişiye göre gelmiş geçmiş en güzel kadını, muhtemelen elde edemeyeceği erkek yokken bu insanları seçiyor. Neden? Çünkü dış görünüşün ve paranın değersizliğini çok iyi biliyor. "Aile" kavramını yaşamamış olmasının getirdiği burukluğu bu şekilde gidermeye çalışmıştır. Zira Marilyn'in bir ailesi yoktur, bunun acılarını tüm hayatı boyunca sıcak gülümsemesinin arkasında saklamıştır.

"Bütün küçük kızlara güzel olduğu söylenmeli, gerçekte güzel olmasalar bile" sözünü bilmeyeniniz yoktur. Bu sözün altında yatan anlamı ise çok az kişi bilmektedir. Marilyn çocukken kimse ona güzel olduğunu söylememiş, ona sevgiyi hissettirmemiştir. Bu sebepten olsa gerek 16 yaşında ilk evliliğini yaşamıştır. Sevdiğinden değil, ilk defa kendisini koruyan birisi ile tanıştığı için. Sonunda kaçınılmaz olarak boşanmıştır.
Bu kadar popüler bir kadın olmasının sebebi belki de erken yaşta ölmesidir. Aynı Che Guevara'nın devrimin sembolü haline gelmesi gibi. Sonsuza kadar temiz, sonsuza kadar güzel kaldıkları içindir belki de..

Ölümüne gelirsek, sebebi halen şüphelerini korumaktadır. Ölüm sebebi üzerine pek çok spekülasyon yapılmış, komplo teorileri oluşturulmuştur. Resmi ölüm sebebi aşırı uyku dozundan kaynaklanan muhtemel intihar olarak geçmektedir. Varsın yüksek doz uyuşturucudan ölsün, varsın altı ayak parmağı olsun. Bu onun muhteşem olduğunu değiştirmez ki!

Taflan Deniz
14.08.2013

26 Temmuz, 2013

Terbiyemize Uygundur Hocam!

#direnhamile
"Hamileliği davul çalarak ilan etmek bizim terbiyemize aykırıdır. Bunun adı realizm değildir. Bunun adı terbiyesizliktir."
-
"Hamile kadından bile tahrik olacak kadar düştüm" demek yerine böyle cümlelerin kurulmasına artık tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının alışmış olması gerekmektedir.

 Elimden geldiğince yazılarıma din işlerini sokmamaya çalışırım. Fakat ülkemiz tamamen din ile insanları gütmek üzerine bir politika kullandığı için değinmeden edemeyeceğim. Her cümlesinin sonunu "Maşallah, İnşallah, Bismillah" ile bitiren bu insanlar, cinsel açlıkta hat seviyede bulunmaktadırlar. Nefsine hakim olamayan insanların kadınları zorla kapatmasından bu durumun hiçbir farkı yoktur. Kendi isteği ile kapanan kadınlara sözüm yok tabi ki, o bambaşka bir konu.

Hamilelik gibi, belki de dünyada ki en mucizevi şeyi bu şekilde kısıtlamaya kalkmak kimin haddinedir? Çünkü "seni leylekler mi getirdi" diye sorarlar adama. Hamilelik sırasında karnın şişmesi kadar normal bir durum olamaz. Eğer hayatı boyunca bir kerecik kafasını dini kitaplardan kaldırıp biyoloji okumuş olsaydı, bu kadar mucizevi bir olayı "terbiyesizlik" olarak nitelemezdi. Eğer hamileliği davul çalarak ilan etmek terbiyesine aykırı ise, terbiyesine uygun olan şeyler nelerdir çok merak ediyorum. Dokuz yaşındaki kız ile evlenmek, ondört yaşındaki genç kıza sırayla tecavüz etmek? Evet, işte bunlar bizim terbiyemize uygundur hocam!

Yazarları, sanatçıları "hamile kadın sokağa çıkmalı mı?" konusunda tartışan bir ülke düşünebiliyor musunuz? Ne yapalım, hamile kadınları evlere mi hapsedelim?
"Bunun adı terbiyesizliktir" diyor ya, işte asıl terbiyesizlik budur. Kimse başkasının özgürlüğüne karışamaz. Özellikle bu kişi hiçbir baltaya sap olamamış, din ticareti yapan birisi ise.

Artık kadın vücudunu rahat bırakın, yeteri kadar kullandınız. Kızlarını, eşlerini öldüren kocaların haberlerini hergün televizyonlarda görüyoruz. Olaylardaki katiller babalar, kocalar değil aslında. Asıl katiller bu gazı veren, kadını cinsel obje olarak gören din tüccarlarıdır.
Kızı açık mı giyinmiş? Bum! Karısının göbeği mi gözükmüş? Pat! Evet, işte bunlar bizim terbiyemize uygundur hocam!
Kadınlara karşı böyle cümleler kullanmaya cürret etmek kolay değildir. Cennette satılacak arsa mı kalmadı dünyaya bulaşmaya başladınız?


"Tanrı her yere yetişemiyordu ve bu yüzden anneleri yarattı." 
— Rudyard Kipling

Taflan Deniz
26.07.2013

24 Temmuz, 2013

Sekiz Sezonda Devr-i Alem

Ekip sağlam.
Sanırım bende çocukken sorulan "büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna aklına cazip gelen mesleği söyleyenlerdendim. Hep doktor derdim. Fakat doktorluğun benim için gerçek anlamıyla şaşmaz bir hedef haline gelmesini tamamıyla House MD dizisine borçluyum. Teşekkürler Hugh Laurie!
Tüm insanların ilham aldığı kişiler, kitaplar, filmler vardır. Vivaldi'den Dört Mevsim'i dinleyen birisi hayatını müzik hedefiyle yönlendirebilir. Ya da okuduğu bir kitap sebebiyle yazar olmaya karar verebilir. House MD'yi izleyen birisi ise azıcık ilgisi bile varsa doktor olmaya karar verir.
Diziyi bitireli altı-yedi ay kadar oluyor. Bu yedi aylık süreçte sürekli geri dönüp eski bölümleri izlerim. "Seni neden bu kadar etkiledi?" sorusunun cevabını yazarken bulacağımı umuyorum, haydi başlayalım.

Hugh Laurie Faktörü


Ana karakterimiz House'u, Hugh Laurie'den başkası oynasaydı bende bu kadar etki yaratır mıydı bilmiyorum. House karakteri gerçekten çok sağlam bir karakterdi, aynı Dexter karakteri gibi. Bu karakterler o kadar ince işlenmişti ki dizinin tüm oyuncu kadrosu değişse ve sadece ana karakterlerin oyuncuları kalsa dizi yine de ayakta kalabilirdi.
Hugh Laurie bu rol ile o kadar bütünleşmişti ki kendisininde belirttiği üzere ; "House'a o kadar alıştım ki başka rolleri oynarken topallıyorum."

Çeşitli insanlar bir şeyleri başarmak için doğmuşlardır. Örneğin Neil Armstrong Ay'a çıkmak için doğmuştur, bu işi ondan önce kimse yapamamıştır. Hugh Laurie ise House karakterini canlandırmak için doğmuştur. House karakteri ise doktor olmak için.
"İdol" diye bir kelime vardır bilirsiniz. "Örnek alınan, en çok hayranlık duyulan kimse" diye de sözlük tanımı yapılmıştır. Benim idollerim ise House ve Che sanırım. İkisinin de doktor olduğu düşünülürse bana doktor olmaktan başka şans kalmadı anlayacağınız üzere. Bazen düşünüyorum doktorluk dışında ne iş yapabilirim ileride diye. Çocukluktan beri kendimi o denli eğitmişim ki tıp alanında, aklıma sonuç gelmiyor doktorluktan başka.


Karakteristik Özellikler

House MD çok sağlam bir oyuncu ekibine sahipti. Lisa Edelstein (Cuddy), Omar Epps (Foreman), Robert Sean Leonard (Wilson) ve daha birçok oyuncusu ile kaliteli bir oyuncu kadrosuna sahipti. Bu oyuncular rollerinin karakteristik özelliklerini harika bir şekilde yansıttılar. Hugh Laurie'ye daha çok değinmeme gerek yoktur diye düşünüyorum. Ukala, kibirli, hastalıklı, mutsuz ve zeki bir doktoru ancak bu kadar güzel yansıtabilirdi. En başta yazdığım üzere teşekkürler Hugh Laurie!
Karakterlerin özelliklerinin iyi yansıtılması son sezon için büyük bir sorun ortaya çıkardı. 8. Sezonda diziden ayrılan Lisa'nın karakteri Cuddy dizide büyük bir yer kaplıyordu. Bunu ayrıldığı zaman anladık. Onun yerine diziye eklenen (daha doğrusu eklenmeye çalışılan) Park karakteri tam anlamıyla mantıksızlık abidesiydi. Bunun farkında varan senaristler Park'ın özel yaşamına girmeye çalıştılar ancak olmadı. Park karakteri House MD dizisinin az sayıdaki eksi noktası olarak kayıtlara geçti. En üstteki fotoğraftaki oyuncuları çıkartın geriye bir şey kalmıyor zaten.

Kestik!

Diziyi izleyen herkesin farkına vardığı bir şey vardır. House sinirli, hastalıklı ve bencil birisi gibi görünse de hastaları söz konusu olduğu zaman onun için kuralların hiçbir önemi kalmaz. Kendi düşüncesine göre, hayatlar söz konusu ise kurtarıcı kuralın kendisidir. Kimseye güvenmeyen bir karakteri olan House'un hemen her bölüm bu şekilde yaşamasını haklı çıkaran sebepleri vardır. "Herkes yalan söyler" hayatının kilit cümlesidir. Bu yüzden hastaları ile mecbur kalmadığı sürece yüz yüze konuşmaz. 
Sanırım House benim için bir idolden de fazlası. Belki de olmak istediğim, hayranlık duyduğum kişiden ziyade gelecekteki beni görmüşümdür House'un içinde. Sabah kalp krizi, öğlen beyin sarsıntısı geçirdiği halde hastayı kurtarmaya çalışan birisidir House. "İşte ben buyum!" dememi sağlayan karakterdir. Yaşıtlarım samanlıkta iğne ararcasına kendilerine bir kişilik arayadursunlar ben kendi kişiliğimi buldum bile.
"Kestik!" diye bir ses yankılanıyor son defa House MD setinde, tarih 22 Mayıs 2012, Salı. Herkes yaptıkları büyük işi alkışlıyor. Sonra oyuncular yuvarlak bir masa etrafında toplanıp oynadıkları bölüm sayılarını söylüyorlar. Sıra Hugh Laurie'ye geliyor, bittiği için her zaman olduğundan da huysuz bir ifadeyle ; "Dr. Gregory House, 177 Bölüm."

Taflan Deniz
24.07.2013

10 Temmuz, 2013

Kitap Değerlendirmesi : Hayvan Çiftliği


“Bütün kitaplar eşittir, ama bazı kitaplar öbürlerinden daha eşittir.”

-Celal Üster

“Hayvan Çiftliği” kitabını elime aldım, iki saat sonra bitmişti. Bol bol not almaya çalıştım, o kadar doğru noktalara değinilmiş ki hangisinden anlatmaya başlayayım emin değilim. Bir saatlik ön araştırma, iki saatlik okuma, bir saatlik yazı tasarlama sonucu saat 22:10’da yazmaya başlıyorum. Sivrisinekler izin verirse tabii..

Kitaptaki rol dağılımını günümüze uyarlayalım, geleceği ne güzel görmüşsün sen George Orwell! Yüz yıl önceden bunları görme sebebi kahin olması değildir. İnsanların/politikacıların yani tiyatro sahnesindeki oyuncuların değişebileceği ancak sistemin yani rollerin her zaman sabit kalacağı gerçeği gözleri önüne serilmiştir.

Seçmenler = Koyun.
Polismın = Köpek.
Günümüz Parti Başkanları = Napoleon. (Stalin Göndermesi)
Aydın Düşünceliler = Snowball.
Sistem Adamı (Asgari Ücretle Çalışan İşçi) = Boxer.
Hükümet Yandaşı (Melih Gökçek Türevleri) = Squealer.
Milletvekilleri = Domuzlar.
Gezmiş ve Arkadaşları = Dört İdam Edilen Domuz.
Sanatçılar = Benjamin.

Yakın tarihte yaşanan Gezi Parkı Direnişi, tavukların hükümete karşı olan direnişine benzetilebilir. Ambargo koyulduğu için açlıktan ölen/öldürülen tavukların ölüm sebebinin “hastalık” olarak lanse edilmesi “baş örtülü bacılarıma saldırdılar, cami’ye ayakkabıyla girdiler” sözleri ardından yapılan sert müdahalelere benzerdir.

Bu kış örneklerine çokça rastladığımız ilgili/ilgisiz her türlü olayın faili olarak Terör Örgütü’nün gösterilmesi ile kitapta yaşanan her türlü olayda aradan yıllar geçmesine rağmen suçun Snowball’a atılması arasında fark yoktur.

Bildiğiniz gibi ekonomik, manevi açıdan ülkece yerlerde durumdayız. Ancak hükümetten sürekli %200 geliştik, çok daha iyi para geliyor, hatta IMF bize borçlandı yalanları geliyor. Aynı yılan dilli, kurnaz Squealer’in yaptığı gibi. Günümüzde buna birçok örnek verilebilir, selam olsun Faiz Lobisi Savaşçılarına!
Yukarıda yaptığımız rol dağılımında en iyi uyan rolü polis oynamaktadır. Günümüz polisleri kelime anlamı ile “köpek” olduklarından dolayı, her zaman güçlü olanın koruyucusu durumundadır. Çiftlikten ayrılalı üç yıl olmasına rağmen Snowball’un arkasından belgeler bulmaları ise suratımda gülümse uyandırmadı değil. Nedense çok tanıdık geldi.

Çalışmaktan bir an olsun vazgeçmeyen işçimiz Boxer ise en hüzünlü sona sahipti muhtemelen. Yel Değirmeni’ne en büyük yardımı yapan Boxer sonunda hastaneye diye kasaba gönderiliyordu. Yakın arkadaşı Benjamin ise bu olayları anlayan tek kişiydi muhtemelen. Sistem adamı değildi ancak sisteme karşı saldıran biriside değildi. Tam bir sanatçı gibi yaşadı.

Yazının final kısmına, kitabın final sahnesinden bir alıntı yapalım ;
“İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. Artık domuzların yüzüne ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor, ama birbirlerinden ayırt edemiyorlardı.”

Çok ilerledik (!). İş çalmaya, kurnazlığa, onursuzluğa geldiğinde gerçekten çok ilerledik. Peki ya sonradan unutulan “Yedi Kural” gibi, bizde mi kurallarımızı unuttuk? Domuzlara mı dönmeye başladık, yoksa domuzlardan mı dönüşmeye başladık? Ne fark eder. Yanlış yolda olduğumuz sürece hızımızın bir önemi kalmadı.

Taflan Deniz
10.07.2013

24 Haziran, 2013

Celtics'in Dört Yapraklı Yoncası

Clippers'ın 21 MD (3 yıllık) + 2015 yılı korumasız draft hakkını feda etmesi üzerine Boston Celtics'in dokuz yıllık emektarı Doc Rivers, Los Angeles yolunu tuttu.
Bilirsiniz her spor dalında yaptığın işin ehli adamlar vardır. İş teknik kısma döndüğü zaman ise futbolda akla gelen ilk isimler nasıl Alex Ferguson, Jose Mourinho ise basketbolda da Doc Rivers, Phil Jackson gibi isimlerdir. 


Şanssızlık

Doc Rivers, Celtics başında geçirdiği dokuz yıl içerisinde sadece bir NBA şampiyonluğu kazanabildi. Aslında bu kötü bir oran değil. Hatta 22 yıl sonra Celtics'e şampiyonluk yaşattığı düşünülürse hiçte yabana atılacak bir oran değil. Fakat işin içine üç defa konferans finalinde, bir defa da finalde kaybettikleri düşünülünce "şanssızlık" kelimesi gayet uygun düşüyor. Tüm inanışlarda "şans" getirdiğine inanılan dört yapraklı yonca yerine sırtlarında üç yapraklı yonca olduğu için mi bu kadar şanssızdılar? İronik.


Yapılan bu takas iki taraf içinde gayet olumlu sonuçlar doğurdu. Yeni bir düzen kurmak isteyen Boston Celtics için Doc Rivers dönemi kapanmaya başlamıştı zaten. Bunun üzerine 21 MD ve 2015 yılı draft hakkı eklenince tadından yenmez bir duruma dönüştü. Clippers'ın ise Chris Paul'u takımda tutmak için bu hamleyi yaptığını düşünüyorum. Sürekli olarak Howard ile beraber oynamak istediklerini belirten yıldız oyun kurucuyu takımda tutmanın en iyi yollarından birisi Doc'ı başa getirmekti. Her sezon şampiyonluk favorilerinden gösterilmelerine rağmen play-off'ta ki başarısızlıklarının şans sebebiyle olmadığının anlaşılması üzerine teknik bir değişim yerinde oldu. Seneye play-off'lara girmeden önce ligi kasıp kavurur, ardından ilk turdan elenirlerse "Rivers Laneti" dedikoduları dolanmaya başlar benden söylemesi.

Mola Faktörü


Şu ana kadar çalıştığı bütün oyuncular Rivers'ın molalarda skor ne olursa olsun sakin olduğunu ve oyunu değiştirmeye çalıştığını söylemişlerdir. Lakers'a karşı 24 sayı geriden gelip maçı kazanmaları da buna güzel bir örnektir.
Molalarda bir şeyleri değiştirmeyi çok iyi biliyordu doktor. İşin ilginç tarafı ise NBA'de en yaratıcı mola alan koçlardan birisi olmasında yatıyor. Sahaya fırlayarak mola almaları bir yana, sekiz saniye süresi biterken sahaya dalması bir yana. Her yanıyla renkli bir kişilikti Doc. Verdiği demeçler, yaptığı hareketler olsun. Bu konuda bir Gundy değildi belki ama skor ne olursa olsun takımın başında Rivers varsa, her an her şeyin olma ihtimali vardır.


Taflan Deniz
24.06.2013

23 Haziran, 2013

Pota Altı Gerçekten Bosh

Miami şampiyonluğunu ilan edeli daha bir hafta olmamışken ortalıkta takas haberleri dolanmaya başladı bile. Kuşkusuz geldiği günden beri istenileni bir türlü veremeyen Chris Bosh'un takımdaki geleceği belirsizliğini koruyor. İki senedir ligi domine etmiş kadroyu bu denli kapsamlı bir hamle ile bozmak ne kadar doğrudur tartışılır ancak Bosh'un özellikle final serisinde görüldüğü üzere 5 numara oynadığı zamanlarda pota altı gerçekten "Bosh".

Rus Ruleti

Yetenekleri, potansiyeli tartışılmaz bir oyuncu Bosh. NBA'de kendisini kanıtlayalı zaten birkaç yıl oluyor. Normalde 4 numara pozisyonunda oynayamasına rağmen geçtiğimiz sezon sık sık 5 numara pozisyonunda da oynamaya çalıştı. Yeterince iri olmaması ve sert bir oyun stiline sahip olmaması sebebiyle pota altında büyük açıklar verdi Miami savunması. Eğer takımınızda Lebron, Wade, Andersen gibi oyuncular varsa bunun etkisini diğer takımlara nazaran daha az yaşıyorsunuz ancak önemli maçlarda sorunlar patlak veriyor. Diğer maçlarda kötü savunmasını hücum gücüyle kapatmış olmasına rağmen serinin son maçında Chris Bosh 0 sayıyla oynadı. Yanlış duymadınız 0-5 FG, 0-1 3PT ile SAS-MIA serisinin yedinci maçını sayı atamadan tamamladı. Tanrıya dua etsin ki MIA şampiyonluğu kazandı, yoksa Lebron'un tepkisi çok sert olabilirdi.

Bu sezonu 7 ribaund ortalaması ile bitirdi Bosh. Yanında çok iyi ribaund alan bir pivot olsa kabul edilebilir bir rakam olmasına rağmen Bosh, Miami gibi 5 numaradan verim alamayan bir takımda oynuyor. Üst paragrafta bahsettiğim üzere Lebron faktörü işin içine girince Bosh'un hataları yine fazla hissedilmiyor.
Her ne kadar Chris Bosh'u sağlam bir pivot karşılığında takaslamak mantıklı görünsede yeni gelecek oyuncunun adapte sorunu yaşama olasılığı, zaten çok fazla bireysel hücum gücünün bulunduğu takımda bireysel oynama isteği vs. işin içine girdiği zaman bu olay tamamen Rus Ruleti'ne dönüyor.


Bosh Çok Bozdu

Bosh Raptors yıllarında ilk iki sezonu hariç 22 sayı ortalamasının altına hiç düşmedi. Yaklaşık 10 ribaund ortalaması ile oynaması da cabası. Eski günlerinden şimdiye kalan az sayıdaki olumlu şeyden birisi orta mesafe şutu sanırım. Bosh'un kötü oyununu takım arkadaşlarına bağlayabilirsiniz. Wade ve Lebron'un fazla top kullanması sebebiyle artık takım oyuncusu haline dönüştüğünü söyleyebilirsiniz. Bende size 2013 All-Star istatistiklerini yazarak cevap vereceğim ; 3 tane Airball şut, 2 tane kendi bacak arasından crossover ve bunların yanında sadece 4 sayı.

Bu kadar istatistik yazdım, örnekler verdim. Fakat bunların hiçbirisi Chris Bosh gibi oyuncuyu bir anda silemez. Kuşkusuz halen NBA'in elit oyuncuları arasında yer alıyor. Ancak Miami'nin three-peat gibi bir amacı varsa düzgün bir takas ile Bosh'ı göndermesi taraftarıyım. Bu sene birçok takım sakatlık sorunları yaşadı. Bu kesinlikle MIA'nın ekmeğine yağ sürdü. Seneye Rondo, Rose, Westbrook gibi oyuncular döndüğü zaman işleri çok daha zor olacak. Seneye takasla gelen oyuncu sebebiyle büyük bir hayal kırıklığı yaşama ihtimali bir tarafta, Bosh'ın gittikçe düşen performansının Miami'yi bitirmesi bir tarafta. Terazinin iki tarafıda büyük riskler içeriyor. Seçim şansı yöneticilerin elinde..



Taflan Deniz
23.06.2013

13 Haziran, 2013

Carpe Diem!


*Carpe Diem : gününü gün etzamanın tadını çıkargünü yakalaanı yaşa ve ya günü yaşa gibi anlamlardaki özdeyiş.

"Yaptığım hiçbir şey için pişman değilim, tüm öfkem yapamadıklarıma." diye bir söz okumuştum bir, iki yıl önce. O zaman bana bu denli anlamlı gelmeyen bu söz, şu an yaşamın sırrı bulunmuş gibi heyecanlandırıyor beni.

Bütün insanlar hayatları boyunca hatalar yaparlar, bu değişmeyen bir kuraldır. Hayattaki amaç ise o hataları tekrarlamadan yaşamaya çalışmaktır. Bir düşünürün söylediğine göre ise, "Silgi kullanmadan resim çizme sanatıdır."
Bu sanatı işlerken, kaleminizi çok bastırırsanız muhtemelen geri dönülmez hatalar yapacaksınızdır. Çoğu zaman kendine güveni fazla taşan insanların tercih ettiği bir yoldur.
Eğer kaleminizi bastırmadan çizmeye çalışırsanız, aslında hayatın içinde olmadığınızı fark edeceksinizdir. Mutluluk, üzüntü, heyecan gibi hiçbir duyguyu yaşamadan zavallı bir şekilde yaşamınızı sürdüreceksiniz. Bu yöntemi uygulayan kişiler kendine güveni olmayan insanlardır.
Nietzsche'nin bu konu ile ilgili beğendiğim bir sözü var: "Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredersin.."
İki uç noktayı eledik ancak hiç kimse tüm hayatını tam orta sertlikte geçiremez. Bazen biraz sert, bazen biraz yumuşak şekilde yaşamak gerekir. Tabi ki hatalar yapacağız. Önemli olan bunlardan gerekli dersleri çıkarabilmektir.
Yanlış anlamayın beni, her hatanın ardından kendinize olan güveninizi yavaş yavaş kaybedin demiyorum. Kalemi elinize aldığınız her zaman kendinize "bu sefer olacak" diyebilmeniz ve daha güçlü bir şekilde denemeniz yeterlidir.
"Hayat bizi birçok defa düşürmeye çalışır, önemli olan kalkacak gücü bulmaktır."

Bu yazıyı yazma sebebime gelirsek, beni derinden etkileyen bir olay üzerine kafamda kurgulamaya başladım. Bugün de elime kalemi aldım..


Geçtiğimiz hafta Slovenya'daydım. Hayatımda ilk defa "aşk" ve ya ona çok benzeyen bir duygu yaşadım. Bu duyguların sahibi olan kız arkadaşıma, sevgilisi olduğu için 'seni seviyorum' diyemedim. Sadece 'seni özleyeceğim' demekle yetindim. Ertesi gün hissettiklerimi söyleyecek cesaretimi toplamış okula doğru yürürken buldum kendimi, ev arkadaşına nerede olduğunu sorduğumda çoktan ülkesine doğru yola çıktığını öğreniyorum. Başımı aşağıya doğru indiriyorum, tüm insanların hayatları boyunca sayısız defa yaşadığı çaresizlik duygusu tüm bedenimi kaplıyor. Öfkem, üzüntüm kızdan kötü bir cevap almış olmama değil. Hissettiklerimi söyleyecek şansım varken söyleyemediğim için. Ev arkadaşı şaşkınlıkla ellerini ağzına götürüp, "sen ondan hoşlanıyordun!" diyor. Hiçbir şey söylemeden geri dönüp, arkama bir kere bile bakmadan beni bekleyen servise biniyorum. Aynı birgün önce ona sevdiğimi söyleme fırsatını kaçırdığım kıza yaptığım gibi, yine pişman oluyorum.

Taflan Deniz
13.06.2013

01 Haziran, 2013

La Rage! (Halkın İsyanı)

"Birikmişlik" olarak tanımlayabileceğimiz olaylar yaşandı dün, bugün de yaşanmaya devam ediyor. Olayın sadece ağaç mevzusu olmadığı zaten ortadaydı ancak bu olay bize bir şey öğretti ki sorun hangi partiye oy verdiğimiz, hangi ırka mensup olduğumuz, hangi takımı tuttuğumuz değildi. Kelimenin tam anlamıyla "diktatör" birisinin yaptıklarına halkın baş kaldırısıydı. Ve belki de güneş uzun zamandan sonra ilk defa özgürlük için 1 Haziran 2013 tarihinde doğdu.

Halk Otobüsü şoförü bir amcamız panzerin gelmesine engel olmak için işini riske atarak yolu boydan boya otobüsle kapatıyor. Adı üstünde "Halk" Otobüsü, "Hükümet" Otobüsü değil. 

Dün ilk defa sosyal medya da olsun, çatışma yerlerinde olsun tam bir "halk" vardı. "Halkın isyanı!"

"All cops are bastard." diye bir argümanımız var. Doğruluğu su götürmeyen bir gerçek. "İnsanlar polis olamaz, polis olanlar zaten insan olamaz." diyor bir düşünür. Dün kaç tane gencin yaralanmasına/ölmesine sebep oldular ancak bunun için pişmanlık duyan bir tanesi var mıdır acaba? Biber gazını artık bahçesindeki çiçekleri sularcasına rahatça sıkan bu yaratıkların, evde kendi çocukları yok mudur merak ediyorum. Sen o gaz bombasını metro istasyonlarına atarsın ve bebeklerin canına kast edersin ancak senin ailene bir şey olduğu zaman ortalığı yıkmasını iyi bilirsin? Sen nasıl bir canlısın bilinmez ama bir şeye bu kadar kölelik edecek kadar düştüğüne göre, taraftarların yaptığı "Copunu bırak, kaskını çıkar adam kimmiş görelim." sözlerine biber gazıyla karşılık verirsin. Çünkü sen adam değilsin!
"Benim abim de polis, eğer böyle şeyler yapıyorsa onun da anasını seveyim*" diyor bir forum yazarı. Bir halk ancak bu kadar tek yürek olabilirdi zaten.

Medyanın bütün olaylar hiç yaşanmamış gibi davranması ayrı bir sorun. Daha birkaç ay önce aynı insanlar "Basın özgürlüğü" diye savaşıyordu. Fakat uğruna savaştıkları basın, diktatörlerin kölesi haline geldiği için hiçbir işe yaramadılar. Tüm dünya Taksim'de yaşanan olayları naklen yayarken, bizim kanallarımız dizilerinden vazgeçemediler.
Dün akşam yaşanan olayları izleyen herkes tarihe tanıklık etmiştir. Teşekkürler İnci Sözlük, teşekkürler Çarşı, teşekkürler 12 Numara, teşekkürler ultrAslan, teşekkürler Red-hack, teşekkürler Anonymous, teşekkürler tüm sanatçılara, teşekkürler "anarşist" olarak adlandırılan savaşçılara.
Direnişin marşı da Duman'dan geldi ; Eyvallah Duman, Eyvallah!
http://www.youtube.com/watch?v=UHnv6tGmIGI&feature=share


"..insanız dedik hala vazgeçer miyim söyle bana.."
-Duman (Eyvallah)

Taflan Deniz
01.06.2013

24 Mayıs, 2013

Suçluluk Duygusu Üzerine

Üzerine çokça kitaplar yazılmış, filmler çekilmiş bir konudur "suçluluk". "Suçluluk bir duygu mudur, eylem midir?" diye tartışmak gerekir öncelikle. Çünkü "suçluluk" başlığı altında hissedilen hiçbir şey, eylemsiz gerçekleşmemiştir. Rus yazar Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza" adlı başyapıtının ana karakteri Raskolnikov'un tefeci kadın Alyana İvanovna'yı öldürmesi gibi..

"Bu dünyada şampanya gibi kan dökülüyor, bunu yapanlara ise kahraman gözüyle bakılıyor. İnsanların tepesine bomba atmak benim yaptığımdan daha saygın bir şey değil." diyor Raskolnikov. Kıyaslama yapılacak olursa ölmeyi dünyada ki çoğu insandan daha çok hak eden birisini öldürmüşte olsa, hatta arkasında hiçbir iz bırakmamışta olsa suçluluk duygusu onun peşini de bırakmamıştı. 

Büyük paralara sahip, kötülük yapan 'haşereler" dünyaya hükmederken, suçsuz insanların hergün ölmesi adil değil. Fakat ölenlere yaşama hakkı veremeyeceğimiz gibi, gözü parayla bulanmış insancıkların ölmesi kararınıda veremeyiz. İşte bu kararı vermeye başladığımız zaman, boğazımıza kadar çamura batmışız ve o haşerelerden hiçbir farkımız kalmamış demektir.

Yakın zamanda izlediğim "Uçuş (Flight)" filminde Kaptan Whip'in sıradışı çabalar sonucu düşmekte olan bir uçağı yere indirmesi ve yüzlerce insanı kurtarması durumu anlatılıyordu. Uçaktan sadece altı ceset çıkarken suçlar Pilot'a atılıyor, uçağın düşme sebebi alkollü uçak sürmesi olarak gösteriliyordu. Alkol almasıyla uçağın düşmesi arasında hiçbir alaka bulunmamasına karşın, Pilot Whip daha fazla yalan söylemek istemediği için aslında işlemediği bir suçu kabul ediyor ve hapishaneye gönderiliyordu. "İşte şimdi özgürüm" diyordu önünde saygıyla eğilesi adam, "şimdi özgürüm."


Suçluluk duygusunun bir özelliği de, herkesin bu duyguya sahip olmamasıdır. Neredeyse "hak ediyor" denilecek birini öldürmüş insanlar suçluluk duygusuyla boğuşmaktan uyuyamaz hale gelirken, insan olarak nitelendiremeyeceğim canlılar milyonların ölümüne sebep olurken hiçbir suçluluk duygusu hissetmez.


"12 Angry Men" adlı bir sinema başyapıtında, bir çocuğun "suçlu mu, suçsuz mu" olduğuna karar vermek için on iki kişiden oluşan jüri seçilmiştir. Sadece bir mimar çocuğun suçsuz olduğunu söylemiştir. Kurallara göre jürinin hepsi aynı oyu kullanmadığı sürece duruşma sonuçlanmayacaktır. Kanıtların hepsi çocuğun katil/suçlu olduğunu gösterirken neden suçsuz olduğu sorulduğu zaman, 8. Jüri (Mimar) şöyle bir cevap verir : "Suçlu değil demiyorum, bir çocuğu ölüme yollamak bu kadar kolay mı diyorum."

Dünya halen yaşanacak bir yerse, bunun sebebi halen içinde iyilik yapma hevesi olan insanlar sayesindedir. Siyasetçiler, milyarderler insanlıklarını kaybetmeye devam etsinler, daha yapacak birçok insani hareket var.


"İyilik yapmaya devam et.. Karşındaki o iyiliğe layık olmasa bile, sen o iyiliğe layıksın.."

-Ernesto Che Guevara.


Taflan Deniz
24.05.2013

02 Mayıs, 2013

Geleceğimizi KarARTma!

Lisede okuyan ve resim-müzik derslerini seven hiçbir arkadaşım olmadı dokuz yıllık öğrencilik hayatım boyunca. Burada ters giden bir şeyler olmalı mantığıyla yola çıkarak bu yazıyı yazma gereksinimi duydum. Bize iki çizgi çizmesini öğreteceksin derken "geleceğimizi karARTma!"

Öncelikle iki dayım da sanatın içinden insanlarken sanatı sevmemek gibi bir durumum söz konusu bile değil. Sanatın çoğu zaman bilimden daha önemli bir yere sahip olduğunu düşünürüm zaten. Ancak sormam gerekiyor ki, bizim okullarda "Müzik - Resim" isimleriyle işlediğimiz dersler bize sanatı mı öğretiyor? Her 23 Nisan'da, 19 Mayıs'ta günün anlam ve önemi ile ilgili resimler çizdirmeye çalışmanın sanatla uzaktan yakından hiçbir alakası bulunmamaktadır. Amacı sayısal-sözel bir meslek sahibi olmak olan, resim ile ilgili hiçbir hedefi bulunmayan çocuklara yaptıkları kötü resimler yüzünden düşük notlar vermek ile de sanatın hiçbir alakası yoktur. 

Sanat bunlar değildir. Sanat ; hayatı boyunca sokaklarda yaşamış çocukların ellerini boyalara batırıp resim yapma çabasıdır. Sanat ; kulakları duymayan insanların müziği hissederek dünyanın en iyi bestelerini yapmalarıdır. Sanat ; hayatta ki her şeyin bir öznelliğe sahip olmasıdır. "Ben nesneleri gördüğüm gibi değil, düşündüğüm gibi boyarım." diyor Picasso. Tüm dünyanın resimlerine hayran olduğu adamında doğru düşünceleri vardır değil mi ama?

Bizim haftada bir saat katlanmak zorunda olduğumuz bu gereksiz derslerden yüksek not alabilmenin iki yolu vardır. Birinci yol çizime karşı yetenekli olmak ve bütün resimleri zamanında teslim etmektir. İkinci yol ise öğretmeninize yalvarmanız, kişiliğinizden vazgeçmenizdir. Aslında bu dersten yüksek not almak hiçbir öğrencinin umrunda bile değildir ancak önünde büyük hedefleri varsa, not ortalamasını yüksek tutmak zorundadır. Bu şarta göre, çocuk ya hedeflerinden vazgeçecektir ya da kişiliğinden. Bunun tek sebebi egoist öğretmenlerinin sanatı 23 Nisan resimleri çizdirmek olduğunu sanmasıdır.

"Ne zaman kişiliğinden taviz verirsen, işte o zaman kendini göl kenarında pazarlıyorsun demektir."

-Charles Bukowski.
Taflan Deniz

02.05.2013

12 Nisan, 2013

Gerçekle Yüz Yüze : Piyanist

Madem her şeyle ilgili yazmayı kafaya koyduk, beni etkileme konusunda ön sıralarda bulunan filmlerden birisi olan "The Pianist / Piyanist" filmiyle ilgilide bir şeyler yazmaya karar verdim.

Öncelikle başrol karakteri olan Wladyslaw Szpilman'i canlandıran Adrien Brody'e değinmek istiyorum. Bu role bürünebilmek için 30 kilo verdiği, 6 aylıkta piyano eğitimi aldığı gerçeği bir yana yaptığı oyunculuk muazzamdı. "Soğuk" temalı filmimizde üşüdüğü için zar-zor konuşması, ellerini hareket ettirememesi üst düzey bir oyunculuk göstergesiydi. 2002 yılında Piyanist filmi bütün ödülleri toplarken, Brody'nin payına düşen en büyük ödülse "En İyi Erkek Oyuncu" ödülüydü..

Piyanist filminin konusuyla çok fazla benzeşen film var ancak Piyanist kadar etkileyebilen fazla film yok. Film bittikten sonra bile kulağınızda "Why did i do it? Why did i do it?" sesleri yankılanması, bu filmin etkisini yeterince anlatmaktadır.

Konusunun içine girecek olursak, bizim izlerken dayanamadığımız olayların bir zamanlar gerçekten yaşanmış olduğunu düşünmek üzüntü verici. Okuduğum değerlendirmelere göre bu filmin bazı sahnelerinde gülen kişiler varmış, hangi paralel evrende yaşadıklarını şiddetle merak ediyor, bu yazının altına yorum olarakta belirtmelerini rica ediyorum.

Verdiği birçok mesaj olmasına rağmen, verdiği en büyük mesaj : "insanları, insan olduğu için sevin"dir. Yazıma filmde geçen bir diyalogla son veriyorum ;

-Ateş etmeyin, ben Polonyalıyım!
-Neden o zaman o lanet Alman paltosunu giyiyorsun?
-Üşüyorum...

Taflan Deniz
12.06.2013

11 Nisan, 2013

Sıradaki Deneme Tüm Eğitim Kurumlarına Gelsin



"We don't need no education, we don't need no thought control!"
(Pink Floyd - The Wall)

Çağdaş olduğunu düşünen bir kişilik olarak Türkiye'de yapılan ve yapılmaya devam edilecek olan çoğu şeye katılmıyorum. Türkiye'de ki katılmadığım şeylerin başında ise sınav sistemi geliyor sanırım. Sıradaki deneme tüm eğitim kurumlarına gelsin!

"Eğitim Yuvası" olarak nitelendirdiğimiz insan eğiten okullar, atlar yetiştiren "hipodromlar"a döndüğünden beri okuma-yazma dışında çocuklara katacakları hiçbir şey kalmadı. Testler, netler o denli önemli oldu ki ; ne matematiği sevebildik, ne de edebiyatı. Bir-iki soru fazla yapıp daha iyi yerler kazanmak mı daha önemli, yoksa birkaç sayfa daha fazla kitap okuyup kendinize ait bir kişiliğe sahip olmak mı?
Doktor, mühendis, avukat olmak için arkalarında onları kamçılayan öğretmenleri ve aileleri-önde ise kendileri koştular. Oysa önemli olan iyi bir meslek sahibi olmak değil ki. Önemli olan tek şey bilgiyi öğrenmektir, doktorluk hakkında sıfır bilgi sahibi bir insan matematik testinden tam puan alırsa, bu iyi bir şey midir? Biz yüksek puanlar aldıkları için dünya çapında tanınan doktorlar, mühendisler mi yetiştireceğiz? Hayır! Biz kafasını testlerden kaldırmamış, dünya da neler olduğundan bir haber insanlar yetiştireceğiz. İsminin başında "Av.-Dr.-Prof." gibi kısaltmalarının olması hiçbir şeyi değiştirmez. 
Bana dershaneye gitmemiş bir adam gösterin, bende size çocukluğu çalınmamış bir adam göstereyim. Bu sözleri söylerken şu konuda eminim ki, Türkiye'deki yeni yetişen neslin %90'ı dershaneye gidiyor. Çok az şanslı insanın benim gibi dershaneye gitmediğine yüzlerce defa şahit oldum. Eskiden dershaneye gitmek ayıpken, günümüzde dershaneye gitmeyen insanlara uzaydan gelmişçesine bakılıyor. Lütfen inkar etmeyin, beni değerli bir taşmışım gibi süzen okul müdürleri ve öğretmenlerden neler çektiğimi bir ben bilirim, bir de varsa tanrı.

Her sene sınavlarda binlerce kişi düşük not alıyor fakat değişmeyen tek bahaneleri "bu sene sistem değişti" oluyor. Haksız da değiller gerçi, sınav sistemi sayesinde çok insan harcandı.
Türkiye'de eğitim ile ilgili neler olmadı ki? "Tekli ortaöğretim geçiş sınavı geldi!" diye mutlu olmamızı söyleyen de aynı kuruluştu, "3'lü ortaöğretim geçiş sınavı geldi!" diye mutlu olmamızı söyleyen de.. Şifreli sınavlarımız ise ayrı bir meşhurdur bizim. Yönetim, ülkemizin "aydın geleceğini" ne ortaöğretimde rahat bıraktı, ne üniversitede. Ders çalışırken arkasında cellat hissetmeye başlayan çocukların psikolojilerinin hiçbir önemi yok tabi ki, önemli olan tek şey aldıkları puanlar. Bir senede on puan artış yaşayan okullar mı dersin, kendi puanından otuz puan yukarıya giren çocuklar mı dersin.. Öyle bir ülkeyiz ki düzgün yaptığımız şey olduğundan bile son yıllarda şüphe etmeye başladım.

Ben burada bir avuç okuyucuya seslenmiyorum. Şifresiz (!) sınavın kurbanlarına sesleniyorum! Dershanelerde çürüme noktasına gelmiş dostlarıma sesleniyorum! Daha yaşı çift haneli rakamlara ulaşmadan anne-baba zoru ile hergün ders çalıştırılan çocuklara sesleniyorum! Ben onların bu yazıda bir yerlerde kendilerini bulacaklarını biliyorum.

"Bizi bir gün milyoner olacağımıza, film yıldızı ve ya rock yıldızı olacağımıza inandıran televizyon programlarıyla büyüdük, ama bunların hiçbiri olamayacağız. Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz, bu yüzden çok ama çok kızgınız!"
(Fight Club)
Taflan Deniz.
11.04.2013 

23 Şubat, 2013

Genç Ruh Gibi Kokardı

"Pop müzik, çocukların cep harçlığını çalma işidir."
-Ian Anderson

Blogumun kapak fotoğrafı olan "Oldies but Goldies" sözünü oraya boşuna koymadım. Bu konuyla ilgili hep bir şeyler yazmak istemiştim, geçenlerde yaşadığım bir olay sonucu yazmaya karar verdim..
Soyunma odasında otururken müzik çaları ile içeriye giren arkadaşıma, "Rock müzik mi dinliyorsun?" sorusu yöneltilince şu cevabı verdi, "Rock'tan başka müzik mi var?"

Youtube'un Top100 müzik listesinde ki şarkıların %90 gibi önemli bir oranının pop şarkılardan oluştuğu gerçeği bile günümüzdeki 'Pop Müzik' sevdasını anlatmak için yeterli. Peki neden bu kadar çok seviliyor, bana göre beş para etmeyecek durumda olan şarkılar? Bunun cevabı aslında çok basit, Popüler Kültür.
Arkadaşının dinlemeyi çok sevdiği bir şeyi o da dinlemek istiyor. Aslında o parça hoşuna gitmemiş bile olsa, popüler kültürün bir parçası olmak için seviyormuş gibi yapıyor. Onun bir arkadaşıda aynı şekilde bunları yapıyor. Müzik sektörü makinayı gerçekten güzel kurmuş, bu makinanın ortasında ise gençlerden başkası yok tabi ki.

Yapılan her iş ne kadar kötü olursa olsun, üzerinde belirli bir emek vardır ve bu emeğe saygı gösterilmelidir. Ancak bazı pop müzik şarkılarında geçen emeğin, benim resim ödevime verdiğim emekten daha az olduğunu düşünüyorum. Aradaki tek fark ben geçer bir not alıyorum, onlarsa binlerce tık ve para kazanıyor. Binlerce insan bunu nasıl anlayamıyor hayret ediyorum. Amacı saçma şarkılar çıkarıp gündeme gelmek olan sanatçıların (!) şarkılarını, tam da onların istediği gibi gündeme getirmek zevkli bir şey olsa gerek, her kış yeniden bir Ajdar, Serdar Ortaç fırtınası estiğine göre..

En sevdiğim dizilerden birisi olan House'ta (kendisi pop müzik kültüründen nefret etmektedir) hastası olan "Dubstep" sanatçısına (!) şu sözleri söylüyor : "Sen bunun müzik olduğunu düşünüyorsun ancak çöp öğütme makinası bundan daha ritmik."

Pop müziğe karşıtlığımın nedenleri sayarak bitmez ancak çok önemli bir sebebi daha sizinle paylaşmak istiyorum. Rock müzik aykırı kitleleri, rap müzik toplumda ters giden şeyleri, caz müzik ruhu rahatlatmayı temsil eder, pop müzik harici bütün müzik türleri bir şeyler temsil ederler. Pop müziğin neyi temsil ettiğini halen anlayamamış birisi olarak, neden dinlenir ki bu müzik? diye sormaktan kendimi alamıyorum..

Jimi Hendrix'in intihar ettiği sene, Janis Joplin'in saygısından dolayı altın vuruştan vazgeçtiği ve "aynı sene iki yıldız ölemez" dediği bilinmektedir. Bırakın aynı olayı, bunun çeyreği kadar etkileyici bir olay yaşanmış mıdır Pop Müzik tarihinde?

19 Şubat, 2013

Final Countdowns

Konu diziler olunca, izleyicilerin en çok eleştirdiği şey finalleri olmuştur. Çoğu zaman beklentiler diziler için çok fazladır. Şu kötü dizi finalleri izleyicileri çıldırta dursun, halen "Lost çok bozdu" esprisi yapıldığı için mutlu olanlardanım bende. Fakat sezon finalleri hakkında birkaç laf etmeden de ayrılmak istemiyorum, hangi dizi ile başlayacağımı ise çok iyi biliyorum. Hayatımda çok büyük bir yer kaplayan House ile tabi ki..

House'un bolca eleştiri alan final sezonunda ki en büyük hatanın Lisa Cuddy'i göndermek olduğunu söylemeye gerek var mı bilmiyorum. Yedi sezon boyunca House - Cuddy ikilisi üzerinden yürüyen bir dizinin, en çok beklenti alan son sezonunda Cuddy'siz kalmasını anlayabilmiş değilim. 

Ekibe son sezon dahil olan Park karakterine ise söylenecek söz bile bulmakta zorlanıyorum. Senaristler ancak bu kadar gereksiz bir karakter yaratabilirlerdi. 'House' ismine yakışmayan bir karakter, yakışmayan bir oyunculuk izledik. Foreman'ın baş hekim olması fikri başta bana cazip gelmiş olsa da, sonradan ekipteki eksikliğini bolca hissettim.
Final bölümüyle ilgili olaraksa, keşke House'un cenazesinde Wilson arkasından sövmeye başlamasaydı diyorum. Keşke herkes üzüntü içerisinde göz yaşları dökerken dizi sona erseydi. Mutlu bir son olmayacaktı belki, ancak yıllar boyu hatırlanacak bir son olacaktı. Kutner'ın ölüm bölümü, beni dizi finalinden çok daha fazla etkiledi. Yedi sezon "baş yapıt" seviyesinde taşınan sezonun son sezonda çöküşünü izledik. Yinede House benim için her zaman çok farklı bir yerde olacak, hiçbir dizinin-filmin ulaşamayacağı bir yerde. 'Everybody Lies, People Don't Change' sözleri ise asla unutulmayacak.

Sırada The Walking Dead var. Zombili, vampirli bütün yapımlardan nefret eden beni, kendisine bağladığına göre bu yapımda bir iş var arkadaş. Henüz final sezonuna girmediğimiz için, ilk ve ikinci sezon üzerinden bir şeyler çiziktireyim diyorum..
Birinci sezon finalini çok iyi bulmuştum. Tam rahat ettik derken tekrardan yollara dökülmeleri, patlamalar vs. Ardından geldik ikinci sezona. Uyuya uyuya izlediğim, çiftlikte geçen ikinci sezon.. İkinci sezon finalinde muhteşem bir geri dönüş yapmamış olsaydı, üçüncü sezonu izlemeye devam eder miydim bilmiyorum. Çatışma sahneleri kusursuz yapılmıştı, teker teker kaçmaya çalışmaları. Andrea'nın arkada kalması, Shane'in hakkı rahmete kavuşması, ölü kız Sophia ve daha fazlası, gerçekten güzel bir sezon finaliydi. Rick artık ipler benim elimde dedi, bizde uzun ip belimizde, baltalar elimizde onlarla beraber ormana girdik. Üçüncü sezon finalinin de aynı güzellikte olacağı umutlarımla.. Sıradakii!


Game of Thrones, dırırırım. Günümüzün yüksek puanlı yapımlarından birisi olan dizimiz, diğer dizilerden farklı olarak sezon finallerinde çok bir şey değiştirmedi. Zaten normal bölümleri o kadar üst düzeydi ki, sezon finallerine fazla bir yük düşmüyordu. İlk sezon Edward Stark'ın ölümü ile sarsıldık hepimiz. Kızlarının gözlerinin önünde vurdular kafasını. Birisi sarayda küçük prensin yanında kalmaya zorlandı, diğeri ise kaçtı. İlk sezonun bize öğrettiği en önemli söz ise şuydu, "not today."
İkinci sezon işler kaos ortamına girdi. Kaos ortamı derken, tam olarak "taht oyunları"nın içine girmiş bulunduk. Bir yandan büyüyen ejdercikler, bir yandan paralar-kadınlar, bir yandan ünvanlar.. Savaş sahneleri ise ayrı bir muazzamdı. Son bölümde gördüğümüz ak gezegenler ile gözlerim ekrana yapışıp kaldı. Bekliyoruz çıkacağı zamanı, 31 Mart'ı, bu yapımın sırtı kolay kolay yere gelmez.
Not: Kitabını okumanızı tavsiye ederim. Dizi gayet işlenmiş durumda ancak kitabın tadı çok daha farklı.

House of Anubis, ah şu gençlik dizileri. Oturdum ve iki günde tüm diziyi bitirdim. Çok mu kaliteliydi? Hayır. Çok mu esrarengizdi? Hayır. "Ee peki neden izledin o zaman?" diye soracak olursanız kızları fena değildi..

Şakayı bırakmak gerekirsek konusu hoşuma gitti ve izledim, sezon finallerini ise gayet başarılı buldum. Nina-Fabian ilişkisi güzeldi, malesef sonuna kadar sürmedi. Söylenecek fazla bir söz yok, kendi çapında ayakta kalmaya çalışan bir yapım işte..

Bir iki kelime de kötü kimyacımız için yazalım. Breaking Bad'den bahsediyorum tabi ki. Çocukluktan beri kimya fanatiği bir adama bu diziyi verirseniz tabi ki bir günde suyunu çıkarana kadar izler.. 

Sezonlara teker teker yorum yapmaya gerek yok. Zira her sezon kendine özgü bir güzelliğe sahip. Kanserli öğretmenimizin profesyonel olma yolunda yaptıkları seyretmeye değerdi, "Yo, b*tch" kelimeleri ile tandığımız Jesse'ye ise kelimeler bulmaya zorlanıyorum. Bryan Cranston (Walt) hayatının rolünü oynaya dursun, Aaron Paul'un Emmy'de söylediği sözle veda ediyorum size, "Yo, emmy b*tch!"